Raymond F. Betts Dekolonizasyon Kitabı Özeti

KİTAP ÖZETİ

 

  • GİRİŞ

 

Raymond F. Betts, Dekolonizasyon adlı bu kitabı yazarak 20. Yüzyıl ortalarında meydana gelen değişimler sonucunda bir devrin sonunu ve yeni bir devrin başlayışını ele almıştır. Zira sömürge imparatorlukları son bulmuş ve 3. Dünya ülkeleri meydana gelmiştir artık. İşte yazar bu sancılı değişimi ekonomik,sosyal ve kültürel olarak ele almıştır. Kitabı okurken gözünüzde emperyalist ülkeler tarafından sömürülmüş, fakirliğe ve hastalığa mahkum edilmiş ve kökleri koparılmış halkları canlandırmayı amaçlamış ve bunu çok güzel başarmıştır.

Kitabın türünü belirlemek gerçekten çok zor Raymond F. Bets akademisyen kimliği ile akademik türde bir eser yazmıştır ancak akademisyen  veya üniversite öğrencisi olmayan herhangi biri bu kitabı bir kitapçıda görse ve alıp şöyle bir göz gezdirse devamını merak edecektir ve belki de kitabı bir solukta okuyup bitirecektir. Çünkü konuları öylesine sürükleyici ve sade bir dil ile ele almıştır.

Raymond F. Betts (1926-2007), New Jersey doğumludur. USA Rutgers University Tarih bölümünde lisans eğitimine başlar, masterini ise Colombia University’de tamamlar.  Daha sonra Kentucky University’de hocalık hayatı başlar. Raymond F. Betts akademik yaşamı boyunca bilim adamı olarak odaklandığı nokta sömürgeciliktir. Özellikle Fransız ve İngiliz sömürgecilik faaliyetlerini tarihçi kimliği ile tabiri caiz ise didik didik etmiştir. Ancak emperyalizm silahı ile,  toprakları kuraklaştıran ve insanları köleleştiren sadece Avrupa devletleriymiş gibi eserini kaleme alması ve yine eleştirdiği Avrupa’nın dilini kullanarak Osmanlı İmparatorluğundan “Hasta Adam” olarak bahsetmesi ve son olarak Amerika’nın emperyalist yaklaşımından bahsetmemesi eserin olumsuz olarak eleştirilen noktaları olmuştur nazarımda.

Eserin temel noktası sömürge ülkeleri ve sömürgeciler olmuştur. Eserin bize verdiği mesaj şu hiçbir düzen sonsuza kadar süremez. Ekonomik sosyolojik ve yeni dünya düzeninde özellikle teknolojik değişimler kartların yeniden dağıtılmasına sebep olabilir. Örneğin 20. Yüzyılın ortasında ulaşım ve haberleşme ağında meydana gelen gelişimler neticesinde deniz ulaşımının geri plana düşüp hava ulaşımının önem arzetmesi, telefonun oldukça yaygın hale gelmesi sömürgeci devletleri diğer küresel güçler karşısında zor durumda bırakmış ve hatta zayıflatmıştır. Zira sömürge ülkeleri özellikle, Amerika’nın müdahalesine açık hale gelmiştir. Amerika bu açığı değerlendirerek sömürge ülkelerdeki sömürge karşıtı muhalif kanadı fikirsel ve lojistik olarak destekleyerek sömürgecileri ve sömürgeleri dizayn etmiştir.

 

Eğer bu eseri bölümler halinde inceleyecek olursak ;

 

Bölüm 1: Gün Batımına Doğru

     Bir güç, sürekli göstermek ve insanlara kabul ettirilmek isteniyorsa o güç artık tehlikededir demektir. İşte sömürgeci güçlerin ise bu sömürge güçleri azalmaya başladığında artık bir savunma mekanizması geliştirmeye başladılar. Oda hala güçlü olduklarını ve hala kendileri için gün batımının henüz gelmediğini göstermek istiyorlardı. Ve iki büyük sömürge gücü olan Büyük Britanya ve Fransa başkentlerinde bir sömürge sergisi düzenledi. İngiltere bu sergiyi 1924 yılında Londra’daki  Wembley Parkında yaptı. Fransa ise 1931 yılında Paris’te Bois De Vincennes’te yapıldı.

Hem sömürgeciler ve hem de sömürgeleştirilmiş olanların ilan edilmiş yararı için bir bayrak altına toplanılmış çeşitli toplulukların ve farklı toprakların dünya çapında teşebbüsü olan her bir sergi seyirciye aldatıcı bir görüntü sunuyordu.

Sömürgeci güçler bütün dünyaya ne kadar güçlü ve büyük olduğunu ve sömürge ülkeler ile nasıl da bir bütün olduğunu sergiye gelen ziyaretçiler vasıtasıyla göstermek istiyordu.

Sömürgeci güçler kurdukları sömürü düzenini devam ettirebilmek için kendi sömürge liderlerini de yetiştirmekten geri kalmadılar. Ancak sömürgeci güçler kendi yöneticilerini eğitmek için okullar kurmuş olsa da dil farklılığının meydana getirdiği açıklık, amaç ve niyetlerin anlaşılmasını önleyen bir faktördü.

“Yerleşimci Zihniyeti” olarak ifade edilmiş olan şey genel anlamda varsayıldığı şekliyle sömürge topraklarındaki Avrupalıların yerli halktan toplumsal ve bölgesel olarak ayrı kalmalarının ifadesiydi, ve bundan dolayı zihniyetler arası bir karşılaşma nadiren teşvik edilmişti.

Yerliler ve yerleşimciler, bu kavramsal ayrım bize gösteriyor ki, sömürgeci ve sömürge halklar arasında bir köprü değil uçurum vardır. Bu uçurumun sebeplerinden biri de sömürgeci zihniyetin sömürge halkları iyi anlayamaması ve onların topraklarında onların kültürlerinden çok uzakta bir yaşam sürmeleri ve buna modernizm demeleridir. Sömürgeci zihniyete göre modernizm teknolojik gelişime endekslidir ve kültürü göz ardı ederler.

Fransız eleştirmen ve romancı Pierre Mille 1905 yılında bu tutumu iğneleyici bir biçimde söz konusu eder: ‘Demiryolları,tekstil makineleri,Napolyonları ve Moltkeleri bulunmayan Çinliler bize göre çok geri durumdadır’.Onun açıkça ima ettiği gibi, teknolojik gelişmeyle kültürel üstünlük arasındaki ilişki kolayca kurulabiliyordu.

Avrupa Emperyalizmi tarihi bile Avrupalı yapmıştı: buluş ve keşifler ”modern” tarih safhasının Avrupalılar tarafından başlatıldığı varsayımı ile gelmişti. ”Sömürge öncesi” ‘önceki zamanlar’ için yaygın tanımlayıcı bir sıfattı ve bu sıfat sıklıkla gelişmemiş ve ilkel olma varsayımını içeriyordu. Bazı yazarlar Afrika tarihinin Avrupalıların kıtaya gelişiyle başladığı düşüncesini savunma noktasına kadar gitti. Yani Avrupalılar sadece madenleri, toprakları, insanları değil tarihi de sömürüp tekeline aldı.

Birinci Dünya Savaşı ilerleme ve Avrupanın üstünlüğüne ait hayal ve düşünceleri paramparça etmiş olsa da, sömürgelere karşı davranışlarda ciddi bir farklılaşma amaçta olmaktan çok mizaç ve atmosferdeydi. Eski ‘medenileştiren misyon’a yeni yapılan aşı tüm insanlığın yararına olarak sömürgenin ekonomik gelişimi gereği hakkındaydı. Sert milliyetçi iddiaların yerini, kısmen, İngiltere ve Fransa’da sömürgelerin savaş sırasında insan gücü ve mal sağlamak şeklindeki katkılarının tanınmasının doğurduğu uluslararası duyarlık aldı. Savaş sömürgecilerin kimyasını bozdu. Güya sömürge halklara tepeden bakmayı bırakıp, Afrika’nın kalkınması için çalışan yüce gönüllü devlet oldular. Belçika

Kongosu Valisi Pierre Ryckmans’ın açıklama bu durumu çok güzel ifade etmektedir. Ryckmans açıklamasında şöyle diyor;

“Siyah Afrika’yı çalışır hale getirmede üstesinden gelmek zorunda olduğumuz şey onun bizim çalışma kavramımıza tepeden bakan tembelliği değil, onun bizim ücret kavramımıza olan kayıtsızlığıdır.” Bu açıklamalar Avrupa’nın ırkçılığı artık gizlemediğinin göstergesidir zira açık açık siyah diye aşağılayabiliyor diğer insanları ve Avrupa kendi kültürleri hariç diğer kültürleri de aşağılıyor. Farklı bir ifade ile bu modern Avrupa emperyalizminin tek yönlü olarak Avrupa’nın ihtiyaçları ve niyetleri doğrultusunda yönlendirilmiş ve işlenmiş olduğunu söylemektir; bu da imparatorluğu destekleyen bir düşüncedir.

İki savaş arasında sömürge imparatorlukları yapısal manada zayıflamıştı üstelik bunlar olurken sömürge alanları toprakları özellikle 1.Dünya savaşından sonra en geniş sınırlara ulaşmıştı. Tabi bu süreçten sonra Belçika gibi bir sömürge aktörü de meydana gelmişti.

1.Dünya Savaşından sonra sömürgelerin yerini manda yönetimi aldı ve Milletler Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet resmi niyetini fiiliyatta asla uygulamadı. Tüm manda yönetimlerinde resmi niyet kendi kendine yönetime rehberliktir. Bu çok az gerçekleştirildi. Manda yönetimleri belirli bir süre sonra sömürgeleştirildi.

Sömürge ülkelerin Avrupa ülkelerinde okuyan ve yaşayan aydın gençleri artık politik organizasyonlara ağırlık vermeye başladı. Fransayada yaşayan genç radikal Ho, Sovyetler Birliği ve ÇinHindi’ne döner ve 1925 yılında Vietnamlı Devrimci Gençler Birliği’ni kurar. Ho, iki dünya savaşı arasında  bu tür protesto ve reform faaliyetlerinde bulunan çok sayıdaki kişiden birisidir. Bir Politik organizasyon olmadan sömürgelerde bu tür faaliyetlere izin verilmesi çok zordu. Ve eski sömürgelerden dönüşerek ortaya çıkan yeni milletlerin gelecekteki liderleri/devlet başkanları politik hayata bu tür organizasyonlarda ilk adımlarını atıyorlardı: Kenya’da Jomo Kenyatta, Tunus’ta Habib Bourgiba, Endonezya’da Sukarno ve Hindistan’da Jawaharlal Nehru bu kişilerdendir. Özgürlük isteği çığ gibidir oluşmaya başladığı an önünde kimse duramaz.

Sömürgeci güçler bu ayaklanmalara refleks olarak baskı unsurunu meydana getirdi. Koministlerden esinlenerek gerçekleştirilen ayaklanmalara (özellikle de sömürge imparatorluklarının Asya uzantılarındakilerde ortaya çıkanlara) karşı başka baskı tedbirleri de uygulandı. Hollandalılar Java ve Sumatra’daki ayaklanmaları şiddet kullanarak bastırdılar. Fransızlar da benzer şekilde 1930’da Çinhindi’nde benzer şekilde bu ayaklanmayı bastırdılar. Sömürge İmparatorluğu perspektifinden bu milli ayaklanma’nın bastırılışı sırasında ortaya çıkan en önemli olan şey ise herhalde, Paris’te başkanlık sarayı önünde öfkeli Vietnamlı öğrenci kalabalığın görünmesiydi. Dolayısıyla Bois De Vincennes sömürge imparatorluğunun düzenini yansıtan sömürge sergisinin gerçekleştirilişinden bir yıl önce bu sömürge imparatorluğundaki düzensizlik şehirde başkanlık sarayı önünde net bir şekilde ortaya konulmuş oldu.

Sömürgeci devletlerin kadrosu, finansmanı, ekonomik ve politik güç kaynağı zayıflıyordu. Ve birlik göstergeleri sergiden öteye geçemiyordu artık. Bu sorunlar Avrupa devletlerinde düzenli bir tarzda bir parlemento dikkatine de konu olmadı. 2.Dünya Savaşı yılları öncesinde ve sonra savaş yılları arasında da sömürge imparatorluğunun problemleri üzerine dikkatli bir biçimde sadece bütçe konuları tartışılırken eğinildi.

    2.Dünya Savaşı sonrasına kadar popüler yaklaşımlarda milli ya da uluslarası bir mesele olarak mütaala edilmedi –ki o sırada zayıflamakta olan sömürgeci güçler bu sömürge imparatorluğu içinde kendileri için yenilenebilir politik güç kaynağı  bulduklarını düşünmüşlerdi.

Sömürgeciler genelde birbirleri ile çatışmazdı. Birbirleri ile çatışan olmaktan çok yardımlaşan konumundaydılar ve sorunlarını da diplomasi yolu ile çözmek isterlerdi. 1898 yılında Sudan’da yaşanan bir gerginlik ve bunun çözümü bu durumu özetliyor. Sudan’da Fashoda dışında oraya ulaşan yeni ulaşan bir Fransız keşif gücü Lord Kitchener komutasındaki daha güçlü İngiliz birliğiyle karşılaştığında ortaya çıktı. Savaşa yol açabilecek bir provakasyon olabilirdi; her iki taraf da bölge toprakları üzerinde hak iddia ediyordu. Sorun diplomatik görüşmelerle çabucak halledildi.

Bir de İngiltere’nin meşhur Boer savaşı vardır ancak bu savaş pek de sakin geçmemiştir. 1652’de Afrika’nın güney ucunda, Napolyon Savaşları esnasında Cape Kolonisi’ni Hollanda’dan devralan İngilizlere karşı bir koloni kuran Hollandalıların torunları olan Boerleri yıpratan bir beyaz adam savaşıydı. Boerler, İngilizleri usandıran gerilla taktikleri kullandılar ve onlara önemli kayıplar verdirdiler.

J.A Hobson’un Emperyalizm: Bir Çalışma (1902) isimli kitabı yayınlanır. Hobson Boer Savaşı’nı sömürücü kapitalizmin uygulamalarının bir örneği olarak görüyordu. Kamu harcamalarını kendi kazançlarını arttırmak için hortumlayan büyük finansör ve iş adamlarını “gaddarlar” olarak tanımlayan Hobson, savaşın esas itibari ile  onların yararı için yapıldığını söyler. “Emperyalizmin kökeninin” ekonomik olduğu, mahalinde yeterli büyümeye ermiş kapitalizmin maal satışı için yeterli büyümeye ermiş kapitalizmin mal satışı için yeni yerlere ihtiyaç duyduğu  sonucuna varır. Emperyalizmin tüm diğer gerekçeleri bu gerçeği gizledi.

İngilizler Boer Savaşını kazandı, ama muzaffer değildiler. Boerler 1.Dünya Savaşı’ndan sonra, 1948’de resmen apartheid ya da “ayrımcılık” olarak tanımlanan ırkçı bir politikayı geliştirdiler. Her şeyde, barınmada ve bir yerde bulunmada, yemek ve seyahatta, Siyah çoğunluk kabaca ve çok keresinde şiddetle ayrımcılığa maruz bırakıldı.

Birinci Dünya Savaşı, imparatorluğa dair kamuoyu hissiyatını güçlendirmiş olsa da, İngiltere’yi ciddi biçimde zayıflatır. Bununla birlikte imparatorluk için coşku asla sürekli olan bir kamuoyu hissiyatı değildi

 

Bölüm 2: Denizlerde Değişen Hakimiyet

    Ne Avrupa, ne de onun deniz aşırı sömürge imparatorlukları artık çok önemli değildi. 20. yy ortasında dünya savaşla, diplomasi ile, havada ölümcül bir biçimde  dağılan atom bombası karşısında tuhaf görünen eski sömürge taktikleriyle yeniden paylaşıldı. Şimdi modası geçmiş olan Avrupa merkezli bakış en iyi şekilde, basit teknolojiler döneminin şans tanıdığı ve geleneksel olarak Avrupalı diye tanımlanan çok sayıdaki büyük güçler’in pişkin tavrı olarak mütaala edilebilir. Bununla birlikte, İkinci Dünya Ssavaşı’nın doğrudan ve açıkça görülen etkisi hava ulaşımı çağının başlamış oluşu ve Sovyetler Birliği ve Amerika  Birleşik Devletleri’nin uluslararası ilişkilerde egemen duruma gelişiydi.

2.Dünya Savaşı’nın sonu itibari ile Amerikan Donanması, daha önce İngilizlere “denizlere hükmetme” imkanı veren (Royal Navy) çok daha büyüktü. Bu global düzeydeki farklılaşmanın bir işaretiydi. Belki  daha önemlisi, 66 Japon uçağının batırmak üzere üç dalga halinde İngilizlerin Prince of Wales ve Repulse isimli savaş gemilerinin saldırmasıydı. Bu gemilerin Singapur’da stratejik limanların savunmasını takviye için gitmekteydi.

Singapur’un düşüşü Avrupa deniz gücünün hakimiyetinin sonunu dramatik bir biçimde ilan etmiş olmakla kalmadı, yeni bir global coğrafyanın ortaya çıkışını da  öngördü. Bu yeni global coğrafyada insan trafiğinin görünen işaretleri olarak uçakların gökyüzünde bıraktığı izler gemilerin suda bıraktığı izlerin yerini alacaktı. Eğer bu deniz odaklı değişim konusunda daha fazla doğrulanmaya ihtiyaç var idiyse bu, kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaş’nın Pasifik sahnesindeki en önemli olaylarda sağlanacaktı. 1942 yılının 4 Haziran ile 7 Haziran tarihleri arasında Midway savaşı vuku buldu. Japonların Midway Adası’nı ele geçirme niyetlerinin yol açtığı  bu savaşa denizde şimdiye kadar hiç karşılaşmamış iki deniz gücü de müdahil oldu. Bu savaş uçakların kanatları üzerindeydi; uçak gemilerinden kalkan uçaklar galibiyeti ve yenilgiyi belirledi. Amerikan uçak gemisinden kalkan uçaklar 4 Hapon gemisini batırarak Japon donanmasını çökertti. Görevli Amerikan komutanı Amiral operasyonu gözleyerek değil dinleyerek izledi: telsiz raporlarını dinledi, gözlerinde dürbün ile gemisinin kaptan köprüsünde dikilmedi.

İkinci Dünya Savaşı globalleşmenin şiddet de içeren bir tezahürüydü. Bu globalleşme içerisinde “Avrupalı büyük güçler” ikinci dereceden devletler haline geldiler. Bu düşüşle birlikte iki yeni durum ortaya çıktı: Birincisi, Avrupalı sömürge yönetimlerinin dışardan devrilmesi; ikincisiyse Amerika Birleşik Devletleri’nin neredeyse dikey bir yükselişle büyük bir güç statüsüne yükselişi ve sömürge güçlerinin –özellikle İngiltere’nin- güçlerini kaybedişi ve Amerikan silahlarına ve iyi niyetine bağımlı hale gelmeleriydi.

İkinci Dünya Savaşı’nın doğası –sömürgeci güçler açısından en iyi tanımla savunma nitelikliydi- değişimi zorladı. Hindistan’ın Japon işgali tehdidiyle karşı karşıya olduğu 1942 yılında Winston Churchill, başında olduğu savaş kabinesinin bir üyesi olan işçi partili Sir Stafford Cripps’i  görüşmeleri yürütmek üzere Hindistan’a gönderir. Cripps Hindistan’a savaş sonrası egemenliğe sahip olacakları bir statü ve anayasa yapacak bir meclis kurma hakkı önerir; şartlar kendi kendine yönetime eştir ama hemen bağımsızlık söz konusu değildir. Görüşmeler başarılı olmaz ve durum Mohandas Gandi’nin yeni ilan ettiği “Hindistan’ı terket” tavrıyla daha da kötüleşir. Şiddetli protestolar ortasında İngilizler ancak geri dönemeyecekleri yeni bir pozisyonu ilan ettikten sonra düzeni takviye edebilirler.Artık hangi formda olursa olsun İngilizlerin kontrolünde olmaktan çıkmıştı; en mümkün olan şey tam bir ayrılıştı.

Savaş sırasında sömürgeler açısından Fransızların pozisyonu tamamiyle farklıydı. Almanlar karşısında yenilmiş olmanın sonucu olarak toplum bölünmüş durumdaydı. O sırada Fransa için var olan iki hükümet de sömürge imparatorluğunu kontrol etme çabasındaydı. O sırada Fransa için var olan iki hükümet de sömürge imparatorluğunu kontrol etme çabasındaydı. Görünüşte Fransa’nın üçte ikisini kontrol eden kukla Vichy hükümeti (rejimi) sömürge ülkelerin çoğuna kendisine bağlı yeni görevliler tayin ederek belli bir kontrolü sağladı. Rejim kendi milli devrim düsturlarını (Patrie, Famille, Travail: Vatan, Aile, İş) da ihraç etti. Bu prensipler ırki ayrıma ve sert emek alıkoymalarına yol açtı; Bunlar Fransız emperyalizminin çirkin tarafını çarpıcı bir biçimde açığa vuran durumlardı ve bu emperyalizm konusunda daha büyük bir öfkeyi doğurdu.

Böylece savaş, aralarında iki büyük sömürgeci Avrupalı gücün de bulunduğu müttefik güçler lehine sonuçlandığında sömürge yönetimi altındaki topraklar için deneme kabilinden üç ayrı dırım önerildi: ABD tarafından onaylanan görüş enternasyonalizaysondu; İngilizler sömürgelerin bir kısmından çekilme –özellikle Hindistan’dan- yanlısıydı; Fransızlarsa ufak değişikliklerle sömürge imparatorluğu yapısının muhafazasından yanaydı. Küçük sömürgeci güçlere gelince; ister Almanlar tarafından işgal edilmiş olsunlar –Hollanda ve Belçika-, isterse de savaşa müdahil olmamış olsunlar –İspanya ve Portekiz-  bu sömürgeci güçler için bir planlama yapılmadı; sürgündeki Hollanda hükümetinin savaş sırasında yaptığı Doğu Anriller’e bağımsızlık sözüyse uygun bir biçimde ve ustaca dikkatlerden uzak tutuldu ve unutuldu.

İkinci Dünya Savaşı sonunda sömürgedeki durumu daha da karmaşık hale getiren şey ise smürgeci güçlerin göze çarpan güçsüzlüğüydü ve bu zayıf oluş durumu bu sömürgeci güçlerin Amerikan askeri donanım ve ekonomik yardımlarına bağımlı oluşlarının daha da ötesinde bir şeydi.

Birinci Dünya Savaşı sömürge sorunlarının uluslararasılaştırılmasında katkıda bulundu. Barış antlaşmalarıyla yerleştirilen manda sistemi yeni bir uygulama değilse bile yeni bir ton getirdi. Milletler Birliği şeklinde iyi düşünülüp tasarlanmış bir uluslararası organizasyonun varlığıysa dekolonizasyonda önemli bir rol oynayacak olan Birleşmiş  Milletler için bir ön adım olarak görülebilir. Savaşta doğmuş olan Sovyetler Birliği, komünizm ideolojisini, bu ideolojinin geçici protestolar bileşimi milliyetçilikle harman olacak olduğu sömürgelere yönelik ihraç edilecek bir metaya çevirdi.

 

Bölüm 3: İstikrarsızlık ve Belirsizlik

    En fazla yabancı toprağı kontrol eden iki ülke olan İngiltere ve Fransa savaştan sonra imparatorluklarına isim itibari ile daha önce var olmayan yapısal bir birliği ifade eder. Avrupa kendini onarırken, iki büyük sömürgeci güç olan İngiltere ve Fransa hala kontrolleri altında bulunan sömürgeleri aralarındaki bağ gevşek üzüm salkımlarını andırır biçimde bir topluluk halinde yeniden bir araya getirme ve yönlendirmenin yolunu ararlar. Resmi dil ‘imparatorluk’ ve ‘sömürgecilik’ kelimelerinden arındırıldı. Dilin inceliklerinde hep dikkatli olmuş olan Fransızlar ‘vali’ yerine daha dostça ve yumuşak bir hava veren ‘devlet temsilcisi’ ünvanını kullanmaya başladılar.

İngilizler için ‘commonwealth’ (milletler topluluğu) fikri zorba tavırlı bir imparatorluk için bir alternatif düzenleme olarak ortaya çıktı. Resmen 1926 İmparatorluk Konferansı’nda oluşturulan İngiliz Milletler Topluluğu “İngiliz İmparatorluğu içinde birbirine eşit otonom topluluklar”dan oluşuyordu; bu otonom topluluklar açısından müşterek olan şey Kral’a olan bağlılıklarıydı. Böylesi bir düzenleme Kanada ve Avusturalya gibi ülkelerde daha önce yerleşmiş topluluklar olan “beyaz dominyon”lar için yapılmıştı. 20. Yüzyıl itibariyle bu topluluklar hem temsilci ve hem de sorumlu hükümetlere sahiptiler. Hindistan için iki savaş arasındaki yıllarda ‘commonwealth’ fikrini ve örgütlenmesini ileriye ve dışarıya doğru taşıyan birçok reform yapılmıştı. 1947’de bağımsızlığını elde ettikten sonra Hindistan’ın 1949 yılında İngiliz Milletler Topluluğu’na bir cumhuriyet olarak  katılmasına müsaade edildi; Hindistan topluluğa katılırken “Kral’ı özgür birliğin sembolü olarak” kabullendi. Bağımsızlığını elde edip Afrika’daki İngiliz sömürgelerinin çoğu İngiliz Milletler Topluluğu’na katıldı. Yavaş ve belirsizlik içinde gerçekleşmiş olan bu gelişme başlangıçta her boyutuyla hesaplanabilmiş değildi. Genel olarak şartlara göre davranılmış olması İngiliz sömürge imparatorluğunun fazla problemli olmayan bir biçimde dekolonizasyon sürecinden geçmesini sağladı; bu, şartlara göre esnek davranış, süreçte yaşanabilecek sancıları azalttı. Fransız sömürgelerinin dekolonizasyon süreci ise bu esneklik gösterilmediği için ağrılı ve sancılı oldu.

Fransız sömürge imparatorluğu iki değişim; daha iyi ifade etmek gerekirse iki estetik ameliyat geçirdi. Bunlardan birincisi, Dördüncü Cumhuriyet’in doğduğu 1946 anayasa toplantısı sırasında yapıldı. Fransız sömürge imparatorluğunun yeni adı “Fransız Birliği” oldu; ve bu birliğin unsurları artık sömürgeler değildi; bu birliğin unsurları şimdi işbirliği içinde bulunan ortak devletler olduğu kadar “denizaşırı departmanlar”dı da. Yeni şemsiye organizasyon , ünvanı ve öngördüğü toprak tanımlamaları itibari ile sahip olunan iktidar açısından herhangi bir gerileme içermiyordu. Fransız hükümeti hala kontrolünü sürdürmekteydi ve Fransız Cumhuriyeti’nin devlet başkanı aynı zamanda Fransız Uluslar Birliği’nin de Başkanı’ydı.

Dekolonizasyon ulusal bazlı milli politikalarla enternasyonalizmin bir bileşimiydi; enternasyonalizm hem politik baskıyı (ABD tarafından uygulanmış olduğu gibi) ve hem de uluslararası kamuoyu oluşturmayı ve karar almayo kapsamaktadır. Ve, en açık şekliyle dekolonizasyon, kaprisli sömürge yönetimine karşı bir reddiye olan reform telebinin ve bağımsızlık çabalarının bir sonucuydu. Bağımsızlık çabalarının son halkası olduğu öfke en uç sınırlarına “milli kurtuluş hareketleri”nde ulaşmıştır. Bundan dolayı dekolonizasyon bir üçgenin üç ayağını oluşturan yaklaşık aynı dönem ve ağırlığa sahip üç faktörün oluşturduğuı bir düzenleniş olarak ortaya konulabilir: Bunlar, milli politikalar, uluslarası düzeyde gelişmeler ve sömürge dünyasındaki protest-sömürge yönetim ve politikalarına karşı çıkan- hareketlerdir.

Sömürge Dünyasının (Afrika ve Asya’daki) yerlilerden milliyetçi isyancılara kadar, bu grupların liderleri ve destekleyenleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalılar karşısında farklı durumları için bir çözüm ve bağımsızlık arayışı içinde oldular. Jakarta’ya ve diğer Endonezya şehirlerine geri dönüp geldiklerinde Hollandalıları selamlayan hoşa gitmeyen başka şeylerin arasında duvar yazıları da vardı. “Endonezya Endonezyalılarındır” popüler olan slogandı ve her yerde İngilizce olarak yer alıyordu. Bunun benzeri sözlerin duvarlara nakşedildiği bu tarihte Vietminh hareketi eski Fransız sömürge yöneticisi Paul Bert’in Hanoy’un merkezinde yer alan heykelini yıkmış bulunuyordu.

    Zamanın işaretleri artık Avrupalılar lehinde değildi.

 

Bölüm 4: Bildiriler, Suçlamalar ve İdeoloji Arayışı

Eğer devrimin maddi malzemesi çelik ise, protestonun maddesi de sözlerdir: kelimeler açıklamalara, manifestolara, bildirilere dökülür; kelimelere şimdiyi yeniden şekillendirmek ve geleceği biçimlendirmek için seçilir. 18. Yüzyıl aydınlanmasının eski düzene karşı yazınsal bir muhalefet olmuş olması gibi dekolonizasyon da emperyal düzeni şiddetle reddeden yazınsal bir hareketti. Bundan dolayı dekolonizasyon sahnesi kırsal alanda cephe olan fiziksel karşılaşmalar dizisi olduğu kadar sahnesi pek çok keresinde büyük bir şehirde bir konferans salonu söze dayalı bir mücadele olarak da mütalaa edilebilir.

Sömürge dünyasındaki reform ve protest hareketlerin liderleri entelektürel elitin de bir bölümünü oluşturdu. Bir çok örneğinde Avrupa ve Amerikan üniversitelerinde eğitim görmüş, geniş okuyucu kitlelerine ulaşma imkanı veren Avrupa’da vücut bulmuş protest hareketin felsefi geleneğinden haberdar ve çok keresinde ilk çabalarını sömürge politikalarını açık bir biçimde suçladıkları ülkelerin başkentlerinde ya da büyük şehirlerinde organize eden ve yazan bu kişiler kendi kaygı ve niyetlerini ifade için Avrupai düşünceyi kendi durumlarına uyarladı ve geliştirdi.

Onların makaleleri ve kitapları çoktu; bu makale ve kitaplar tonu itibari ile bir halkın ruhunu hüzünlü bir biçimde ele alandan Avrupa uygarlığını keskin bir biçimde suçlayan bir üsluba kadar değişiklik gösteriyordu. İlk kategoride olan, şair-filozof (ve kısa bir süre sonra Senegal’in devlet başkanı olacak olan) Leopold Sedar Senghor’un 1956 yılında ‘African – Negro Aesthetics (Afrikalı Zenci Estetiği) başlıklı yazısında (ABD’de yayınlanan Diogenes dergisinde yayınlandı) romantik bir biçimde tanımlanmış olduğu şeydir. Bu, siyah adamın ruhunun ve duyarlığının ifadesi olan zenci tarih, kültür ve sosyal mirasının tanınması (negritude) fikriydi: “O (siyah adam) tüm seslerin, rahiyaların, ritimlerin, şekillerin ve renklerin ilkidir; Demek istediğim, Beyaz Avrupalıların tersine, görünüşten önce dokunuştur”. İkinci kategoride bulunansa, Martiniqueli şair Aiemé Césaire bu eserinde sert bir biçimde, Hitler’in Avrupa’ya ‘sömürgeci yöntemler’i uyguladığı düşüncesi ileri sürüyordu. Hitler’in uygulamalarıyla sömürgeciliğindekiler aynıydı: insanlığın küçük düşürülmesi ve aşağılanması.

Yukarıda zikredilmiş eserlerin bir parçası olduğu aşırı bol literatür, esas itibari ile mazlum olana değil, imparatorluğu yalnızca bir çalışma konusu olarak gören ve dolayısıyla zararsızlığı konusunda ikna olabilen Avrupalı ve Amerikalılara, zalim olana yöneltilmişti. Fransız varoluşçu düşünür, Jean Paul Sertre protestin en güçlü ve en etkili eseri olan Frantz Fanon’un Yeryüz’nün Lanetlileri isimli çalışmasına yazdığı önsözde “Avrupalılar, bu kitabı okumalısınız ve içine girmelisiniz” diye öğütte bulunur. Time dergisinde (Nisan 30, 1965) yapılan bir değerlendşrmede şu ifade yer alır: “Bu, bir kitap olmaktan çok Batı’nın penceresine fırlatılmış bir taştır”. Bu benzetme yerindedir, çünkü Fanon’un temel tezi sömürgeciliğin şiddet içeren bir eylem olduğu, ve ancak şiddete başvurularak kaldırılabileceği şeklindeydi. O şöyle söyler: “bağımsızlaştırma –dekolonizasyon- bize kendisinden yayılan yakıcı mermileri ve kan lekeli bıçakları çağrıştırır”. Fanon, onun, kendisi vasıtasıyla sonun ilk olacak olduğu merhametsiz vasıta olduğunu ileri sürer.

Büyük kısmı itibari ile 25 yılda tamamlanmış olan dekolonizasyon bir ölçüde, ses ve görüntülerin uzaklara ve çabuk ve ‘etkileyici’ bir biçimde büyük izleyici kitlelere ulaştığı bir hızlı iletişim döneminin bir fonksiyonuydu. Bu dönemde sömürge dünyasında gazete ve dergiler çoğaldı, radyo evleri ve sinemalar yaygınlaştıran, sözler ve görüntülerde hala cahil olan geniş kitlelerin olan bitenden haberdar olmasını sağlayan olgulardı. Hem bir kitle eğlence aracı hem de bir kitlesel bilgilendirme amacı olan sinema ilk dönemde etkili bir rol oynadı. Toplumsal eleştiri iki dünya savaşı arasında Hint Film merkezlerinden Madras’ta üretilen Tamil dilindeki filmlerin alameti farikası gibi bir şey oldu.

Fotoğrafları batılı liderler ile birlikte yayınlanan Jawaharlal Nehru ve Kwambe Nkrumah gibi kişiler uluslarası planda tanındılar. (Örneğin 1946-47 yılında Amerikan yayınlarında Nehru’nun yedi portre fotoğrafı yayımlanmıştır). 1930 sinemacılığın bir özelliği ve türü olan günün olaylarına ilişkin kısa filmler, Mohandas Gandi’yi, onun, mağlup ettiği İngiliz yönetiminin süslü ve gösterişli görüntüsü ve gücü karşısında güzel bir zıtlık ve aynı zamanda doğruluğun basit ve sade bir ifadesi olarak iş gören küçük, çelimsiz ve yarı çıplak görüntüsünü milyonların gözü önüne getirdi.

Dekolonizasyon  sürecinde direniş liderlerinin birey olarak oynadıkları rolü daha iyi ortaya çıkaran çabalar arasında belki en ilginç olan tarz, kendi kendini anlatma imkanı veren yazın türü olan otobiyografilerdi. Gandi, Nehru ve Sukarno gibi şimdi aşina olduğumuz tarihi kişilikler ve Kongo Cumhuriyeti’nden Patrice Lumumba gibi daha az tanışığımız kişiler (ve Mandela da) kendilerini basılmış kitaplarla ayrıntılı sayılacak şekilde anlatmışlardı. Bu kitaplarda, ülkelerinin siyasi gelişiminde yazarlarının gerçekleştirmiş oldukları eylemlerinin haklılığını ve oynadıkları rolün doğruluğunu göstermek için ileri sürdükleri açıklamalar, gerekçeler ve mazeretler yer alıyordu. Ve otobiyografiler, milli kuruluşların çok az olduğu ve sadakatin bölünmüş olduğu sömürge dünyasında, modern devlet gelişiminde karizmatik kişiliklerin önemine dolaylı bir biçimde işaret ediyordu.

Emperyalizm son yıllarında bir dizi uluslararası konferans gerçekleştirdi.  Bu konferanslar düzenleyicileri tarafından çok keresinde Birleşmiş Milletler’in çalışmalarının bir tamamlayıcısı olarak görüldü; ve çok keresinde bu konferanslar BM’nin New York’taki binasının koridorlarında hamasi bir biçimde kişiden kişiye ulaşan/dolaşan ideallerin açığa vurulduğu yerler oldu. Bir bakıma, zulüm altındaki toplumlarda düşüncelerini açıkça ifade eden topluluklar bu yıllarda gelişti, ortaya çıktı. Başlangıçta o sırada kimsenin bilmesi söz konusu olmayan ve şimdi herkesin bildiği şeyse, başlıca uluslarası  forum haline gelmiş  olan  ve küçük ve orta büyüklükteki milletlerin  ABD ve Sovyetler Birliği’nin çekim gücüne karşı kavga verdiği Birleşmiş Milletler’de bu milletlerin kendi görüşlerini ortaya koyabildiği ve dünya olaylarını etkileyebildiğiydi.  Başlangıçta 52 üye ülkeye (yalnızca 4’ü son dönemde sömürge statüsünde bulunmuştu) sahip olan Birleşmiş Milletler 1967 itibari ile bu sayının 122’ye yükselişini (bu 122 ülkeden 49’u eski sömürge ülkesidir) gördü. Bu sayı’nın ağırlığı önemlidir. Örneğin 1961 yılında hala sömürge statüsünde olan ülkelere bağımsızlıklarının verilmesini öngeren karar teklifi 26 Asya ve Afrika ülkesi tarafından verilmiş ve 89 ülkenin temsilcilerinin desteği ile önemli bir çoğunlukla kabul edilmişti. Belki daha ilginci 1973 kararıydı: Portekiz’in kendi ülkesinin bir parçası olarak saydığı Guinea-Bissau Cumhuriyeti’ndeki Portekiz’in meşru olmayan işgalini reddetmesini isteyen bu karar teklifi 65 devlet tarafından verilmiş ve 92 devletin olumluj oyuyla desteklenmişti. Nihayet, Burma’lı U Thant’ın 1962’de Birleşmiş Devletler Genel  Sekreteri olarak seçilişi, bu dünya örgütünde bağımsız devletler olarak faaliyet gösteren bu eski sömürge ülkelerinin önemli ağırlığının bir başka göstergesiydi.

Bu tarihlerde dünyanın çeşitli yerlerinde bilinçli bir biçimde düzenlenmiş olan iki düzine kadar konferansta dört temel ilgi düzenli bir biçimde ortaya koyuldu, vurgulandı. Birincisi, emperyalizm ve sömürgeciliğin yok edilmesi; ikincisi, ekonomik gelişme; üçüncüsü, devletlerin her birinin egemenliğine saygı; dördüncüsü güçlü ulusların küçük ve orta ölçekli uluslara saygılı olacağı barış içindeki bir dünyanın kurulması. 1945’te Manchester’de düzenlenen  Üçüncü Afrika Birliği  Konferansı’yla başlayan bu konferanslar sömürgelere ilişkin problemleri enternasyonalleştirdi ve kısa bir süre sonra da sömürge deyince akla baskı ve zulmün gelmesini sağladı. 1970’ler itibari ile ‘iki emperyalizm’ fikri tartışılmaktaydı: ABD emperyalizmi ve Sovyetler Birliği emperyalizmi; İki süper güç arasında bulunan bir ‘Üçüncü Dünya’ fikriyse geniş kabul görmüştü.

Eğer bu tür bir davranışsal değişmenin başlangıcı olan belli özel bir olay olsaydı bu, 1955’te Endonezya’nın Bandung şehrinde gerçekleştirilen uluslararası konferansın toplanması olurdu. Bu konferans önce katılımın farklı coğrafyalardan oluşu dolayısı ile dikkatleri üzerine çekti; dünya nüfusunun yaklaşık %56’sını temsil eden delegeler 29 Asya ve Afrika ülkesinden gelmişti. Hoşgeldiniz konuşmasında Devlet Bakanı Sukarno “hangi biçimde vücut bulmuş olursa olsun sömürgeciliğe olan ortak nefretimiz tarafından bir araya getirildik” der. Bandung’un sonuç deklerasyonu milli egemenlik, insan haklarına saygı, uluslar ve halklar arasında eşitlik prensiplerine destek verir.

Başlangıç olarak emperyalizmin etkilerini doğrudan ya da dolaylı olarak hissetmiş ülkeleri kapsayan üçüncü dünya daha sonra Latin Amerika’yı içine alacak şekilde genişledi. Latin Amerika sömürge durumunu bir yüzelli yıl kadar önce sona erdirmişti ama şimdi ekonomik emperyalizmin –özellikle Kuzey Amerikalı şirketler tarafından dolaylı bir biçimde gerçekleştiriyordu- kurbanı olarak görülmekteydi.

Uluslararası politika keskin bir biçimde üç parçalı hale geldi. Bu yeni düzende, büyük nüfus yoğunluğuyla ‘gelişmemiş’ ülkeler geniş bir coğrafyayı oluşturuyordu. Bu coğrafyanın üzerindeyse bölünmüş olarak (Birleşik Amerika ya da Sovyetler Birliği yanında yer alan) ‘gelişmiş’ (oldukça sanayileşmiş) ülkeler yer alıyordu.

Memnuniyetsizliğin gergin ve yaygın bir biçimde ifade edilişi üzerine bir araştırmadan çıkarılacak sonuç  açıktır. 1950’lerdeki ve 1960’lardaki protesto ifadeleri güçlüdür, yaygındır ve önemli bir etkiye sahiptir. Bu protestolar (muhalif çıkışlar) Başbakan Harold Macmillian’ın 1960 yılında Cape Town’da (Güney Afrika) yapmış olduğu bir konuşmasında “değişim” rüzgarının varlığını itirafa götüren gücü içermektedir.

 

 

 

Bölüm 5: Kırsal Bölge ve Şehir  

     Çağdaş insanın faaliyetinin iki farklı çevrede olduğu şeklindeki (kırsal alan ve şehirdeki) klasik tasnif 20.yüzyılın sömürge dünyasında ifadesini bulmuş bir durumdu ve bu durum dekolonizasyonu hem şiddetlendiren ve hem dekarmaşıklaştıran bir iş gördü. Avrupalı etkisi şehirler üzerinde yoğunlaşmış olsa da, bu etki kırsal alanlarda da yayılmış ve dolayısıyla her iki çevreyi de önemli bir biçimde etkilemişti; ama farklı şekillerde.

Söylemek istediğimiz şey şudur: Avrupalılar sömürge ülkelerini oldukları gibi sevmediler. Onların niyeti hep değiştirmek oldu. Onların görüşü daima, yeni çevrenin büyük ölçüde kendi ülkelerine yakın bir biçimde şekillenmesi şeklindeydi. Bazı sömürge yönetimleri için bu görüş  feodaldi; bu, Avrupalı yöneticinin kendilerine barış ve düzen sağladığı köylülerin çalışmalarını denetleyen, efendi olarak malikanede oturduğu tarım esaslı, şatafatlı bir sistemdi.

Politik parti ve liderleri, girişimcileri ve şirketleri ile bilinen Avrupa’nın zıddına sömürgeler, sömürge yöneticisi ve onun kadrosu tarafından  yönetiliyordu; kendilerini yöneticiler ve inşacılar olarak gören bu kişiler yönetilen ve bir düzene sokulanla görüşmekten çok onlara dikte ediyorlardı. Bunlar, mevcut olanı kendi çıkarlarına uygun hale getirmeye ve uygun görülmeyen ya da tatmin edici olmayan olarak görülen şeyleri değiştirmeye teşebbüs eden “kültür simsarları”ydı.

Şehirlerdeki manzara köylerde olduğu hep aynı değildi. Daha büyük ve daha eski olanların yanı sıra, içinde büyük Avrupalı nüfusun bulunduğu şehirlerde de güç ve yetki yöneticiler, meslek sahibi profesyoneller ve tüccarlar arasında paylaşılıyordu.

Avrupalıların diğer kıtalara nüfuzu ilk önce baharat, ipek ve köle ticaretiyle birlikte, uzun dönemlerdir var olan altın arayışı ve ona göre daha yeni olan şeker ve tütün gibi egzotik ürünlerin arayışlarıyla başlamıştı. Avrupa’nın endüstrileşmesi ve Avrupa’da burjuva sınıfının genişlemesi ve güçlenmesi 19. YY da oluşmuş olan sömürge ekonomilerdeki hareketliliği arttırdı ve bu ekonomilerdeki faaliyetlerin  daha da çeşitlenmesine yol açtı.

Piyano tuşları, hanım tarakları ve şömine raf kenarlarına konacak biblolar için fildişi; fabrika bantları ve otomobil tekerlekleri için lastik; nişan yüzükleri ve kesici aletler için elmas; sofraları zenginleştirmek için muz, Hindistan cevizi ve ananas; bu ve benzerleri, sömürge dünyasında üretilen ya da kullanılan ürünlerin başlıcalarıydı. Yeni tarım alanları geliştirilmişti. Çinhindi’ndeki kauçuk plantasyonları (Michelin lastik şirketinin idaresindeydi) kadar üretim açısından daha etkili ve yerel nüfusu daha bunaltıcı başka şey yoktu.

Sömürge şehirlerinin çoğu ırki ayrımcılığın sonucu olarak  ‘iki şehir’den oluşuyordu. Sağlık önlemleri, tıbbi gereklilik, ya da “yerli tarzlar”ın korunması bahane ve görüntüsü altında organize edilmiş olan “tahsis edilmiş” alanlar vardı; Afrika ve Asyalıların iskan bölgelerinde bulunuşuna yalnızca hizmetçi olarak gelişleri halinde göz yumuluyordu. Bu durumla birlikte toprak kullanımında keskin bir dengesizlik  ortaya çıktı. Nairobi örneği en çarpıcı olanıdır: 1912 yılında şehirde yaşamakta olan 2325 Avrupalı yaklaşık onbirbin dönüm araziyi kullanırken, çoğu Hintli Avrupalı olmayan 4300 kişi yirmibir dönümlük bir alandan ibaret bir Pazar yerinde yaşamaktaydı.

Bu yanlış şehirleşmeyi tam olarak tanımlamak zor olsa da, bu şehirleşme gelişimi genel düzene ilişkin memnuniyetsizliği meydana getiren ve yeni protest liderlerce vaad edilen değişim umudunu doğuran bir ortam oluşturmuştur. Bu kişiler (protest liderler) şehirde yer alan bir başka değişimden de yararlanmıştı.

Şu anda da durum pek farklı değil geçmişe dönüp bakarak, tarihçiler, kırsal alanda şehrin sömürge dönemindeki kararsız ilişkisine sömürge sonrası dönemde büyük bir değişiklik meydana gelmediği vurgusu yapabilirler.  Yeniden düzenleme  ve daha iyi bir dengeleme iddiası, üzerinde çok tartışılmış olan bir konudur ve henüz başarılı bir biçimde ele alınabilmiş değildir.

 

Bölüm 6: Bu Ya Da O Olmak

 

    Dekolonizasyon sürecinin ilk yıllarında göz kamaştırıcı bir an vardır. Bir an, 6 Mart 1957’de Gana’nın bağımsızlığını kazanışını sırasındaki bir andır. Gece yarısından bir dakika sonra İngiliz bayrağı indirilmiş, onun yerine Gana’nın kırmızı, yeşil ve altın sarısı renkli bayrağı çekilmiştir. Daha sonra, günün parlak ışıkları altında resmi törenlerinde Kraliçe Elizabeth’i temsil eden Kent Düşesi açıklamayı yapar: “İngiltere’deki hükümetim bugünden itibaren Gana’da herhangi bir  yetki sahibi değildir”.  Yeni başbakan Kwambe Nkrumah cevap verir: “”önceki emperyal güçten ayrılıyoruz”. Dünyanın dört bir yanından gelmiş olan iki bin temsilci bağımsızlık günü için yapılmış olan savurgan kutlamalarda hazır bulunur. Akşamley,n, yeni Devlet Evi’nin mermer döşemeli zemini üzerinde Düşes ve Başbakan “bu ya da o olmak” şarkısı eşiliğinde kısa bir süre dans ederler.

Orada toplanmış olanların tümünün de genel varsayımları “bu olmak”tı: bağımsızlık, gelişme, herkesin yararına olan yönetim. Burada olan, sömürge sonrası yeni düzenden olan büyük umutların dönemini tanımlayan popüler deyişle bir “beklentiler devrimi”ydi. Nkrumah bu değişime bağımsızlık yılında yayınlanmış olan otobiyografisinde geleneksel denizci benzetmesiyle belagatli bir vurgu yapmıştı.

“Ve ben, güvenli bir biçimde yoluna koyulmuş bu ıssız teknenin kaptan köşkünde gururla duruyor olarak parlayan Afrika güneşinden gözlerimi gölgelemek için elimi kaldırıyor ve ufku tarıyorum. Ötede daha da fazlası var”.

Sömürge sonrası dönemde milletler arasındaki ekonomik açıklıkları dikkate alarak Batılı analistler dünyanın yeniden ekonomik başarının yatay unsurları ya da bunların eksikliği açısından bölümlemeye ihtiyacı olduğunu düşündüler: ‘Zengin’ ve ‘Fakir’ milletler ya da ‘sanayileşmiş’ ve ‘sanayileşmemiş’ ayrımları artık yeterli değildi. Dört yeni kategori vardı: ‘gelişmiş milletler’, ‘gelişmekte olan ülkeler’, ‘az gelişmiş milletler’, ‘en az gelişmiş milletler’; bu son kategori ekonomik umutsuzluğu belirtiyordu.

Küresel uzmanlar uluslararası ilişkilerin artık esas olarak politik değil ağırlıklı bir biçimde ekonomik konulardan etkilendiğini görmeye başladıklarından bu bölümleme yalnızca son yirmi yılda tanımlanmıştı. Uluslararası ticaretin ve ticari düzenlemelerin önemini, araştırmanın desteklenmesinde ve yeni endüstrilerin meydana getirilmesinde devletin yeni rolünü ve dünya sahnesinde uluslararası şirketlerin “aktör” olarak yer almasının önemini tanımlamak üzere 18. Yüzyılın eski deyimi “ekonomik polititik” yeniden icat edilmiştir.

Çok karmaşık ve kararsız olan bir dünyaya dair bu kısa değerlendirme şimdi bağımsız devletler haline gelmiş olan eski sömürge topraklarında ortaya çıkan gelişme talebi ve arzuları konusunda bir önsöz olma amacıyla yapılmıştır.

İmparatorluklar oluşturulmuş olan sömürgeler siyasi bağımsızlıklarını elde ettikçe ekonomiler küreselleşiyordu. New York ile Londra arasındaki jet uçaklarla ilk düzenli uçuşlar 1957’de başlamıştı; aynı yıl Gana bağımsızlığını elde etti. Esasen küreselleşme, TNC’lerin (transnational corporations – uluslararası şirketler) ulusal sınırlar üzerinde ve yukarısında ve ulusal çıkarların ötesinde hareket ettiği ekonomik bir süreçti. Bu şirketlerin zenginlikleri uluslarınkini aşacak şekildedir. Örneğin, 100 ülkede 320.00 çalışanı bulunan General Electric’in 1999 yılı geliri 116 milyar ABD dolarıdır ve bu miktar Güney Afrika’nın gayrisafi yurt içi hasılasından büyüktür.

Sömürgelerin bağımsızlık kazanması üzerinden elli yıl geçtikten sonra bu ülkelerde kalıcı kuraklık ve yaygın hastalıklarla daha da karmaşıklaşmış bulunan derin ekonomik problemler bulunmaktadır. AİDS Afrika’da tahripkardır; çalışma çağındak, nüfusun ve ağır bir şekilde vergilendirilmiş mevcut tıbbi yardımın önemli bir kısmını yok etmektedir. Kötü yollar ve kötü ve aşırı şehirleşme kadar kötü beslenme de yaygın bir durumdur.

 

Bölüm 7: Dışarıdakiler İçeriye

 

     Sömürge imparatorluklarının sona erişleriyle birlikte büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı. Avrupalılar ayrılırken birçok sömürge vatandaşları da onları takip etmiştir. Bu nüfus hareketlerini tanımlayan istatistikler şaşırtıcıdır: Eski sömürge dünyasındaki 16 milyondan fazla kişi otuz yıl kadar bir zaman içinde genellikle gelecekle ilgili umutsuzluğun sonucu olarak yaşadıkları yeri değiştirmiştir. Sonuç, şehir kalıplarının zor karmaşası, ırkçı saldırganlık ve kültürün zenginleşmesidir. Gecekondu semtleri ve gettolar yayılmış, Londra ve Pariste ırkçı ayaklanmalar patlak vermiş, Londra’daki Hint restoranları, Amsterdam’daki Endonezya restoranları bu şehirlerde yaşayanların dışarıda yemek yeme alışkanlıklarını değiştirmiştir. Gemiler dolusu siyasi mülteci ve ekonomik fırsat arayıcısı geldikçe Avrupa’da –ABD ve Kanada’da olduğu kadar Avusturalya’da da – zoraki kozmopolitik gelişmiş, yayılmıştır. Eğer bu henüz karar bulmamış eğilime işaret eden bir an varsa bu 1948 Mayısı’ndadır. Bu tarihte Empire Windrush (bir yolcu gemisi) Londra’ya417 Jamaikalı getirmiştir; bir kere de bu sayıda göçmen gelişi ilk kez vuku bulunmaktadır. 1980 itibari ile eski imparatorluktan 1.5 milyon kişi –büyük kısmı İrlanda ve Kanada gibi yerlerden gelen beyaz göçmenler- İngiltere’ye gelerek yerleşmiştir. O sırada  Fransa’ya bir o kadar – sayıları tam bilinmese de- Cezayirli ve Afrikalı yerleşmiştir.

İnsanlar arzu ettikleri için ya da mecbur oldukları için göç ettiler. Teorisyenler, arzu ettikleri için göç eden grubun göç sebebinin iki girişli muhasebe kaydının kişiselleştirilmiş bir formu olduğunu ileri sürerler: Kendisinden göç edilen yerdeki istihdam imkanları göç etmek isteyenlerin potansiyel varlık ve değerlerine göre düşük kalmaktadır. Zorlayıcı başka etkiler de vardı: ailelerine destek olmaları için genç insanların üzerinde olan para kazanma baskısı, ana vatanda nüfus artışı ve bunun sonucunda artan işsizlik, sıcaklık duyulmayan rejimin siyasi baskısı. Göçle ilgili “çekme-itme” teorisi genellemelere en uygun olandır: Terkedilecek olan ana vatanda uygun olmayan koşullar insanları iter, diğer ülkelerin muhtemel cazip şartları çeker. Tabii ki modernleşme –şehirleşme, gelişme politikaları, endüstrileşme, ileri haberleşme ve sağlık servisleri- gelen yabancılara ekonominin bu hizmet dallarında kolaylıkla yer bulmalarını –ülkenin yerli nüfusu diğer mesleklerde ilerleme imkanı arayıp bulduğu için bu iş kollarında iş gücü açığı bulunuyordu- sağlayan güçlü bir faktördü. Sokak temizlikçileri ve aşçılar, posta dağıtıcıları ve taksi şöförleri ve işportacılar: bunlar göçmenler için en yaygın istihdam şekliydi. Gelenlerin çoğu sınırlı süreler için çalışma iznine sahipti; onların geçici işçiler olması isteniyordu, daimi oturum iznine sahip işçiler değil. Almanya’da bunlara gastarbeiter (misafir işçiler) deniliyordu, çoğunluğu İtalyan ve Türktü; aralarında azımsanmayacak sayıda sömürge ülkelerden gelenler de bulunuyordu.

Bu insanlar sömürge ve eski sömürge topraklarından gelen ikinci göçmen nesli olarak isimlendirilecek grubu oluşturdular. Onlar daha imtiyazlı şartlara sahip ve statüleri geçici, sayıcı daha az olan birinci nesli izlediler. İki savaş sırası dönemde ortaa çıkmış olan bu birinci grup, çoğunluğu itibari ile öğrencisiydi (örneğin, Ssenghor ve Nehru): bunlar eğitim şansı ve kültürel avantaj arayışı içindeydi: bunların ana amacı sömürge durumu içerisinde ilerleme kaydetme ve birçoğu için de kendi halklarının davasına katkı ve destek vermek için yurda dönmekti.

Avrupa’ya yeni göç etmiş olan grup, sosyo ekonomik yapının en dibindeki kesim olaran büyük kısmı itibari ile çok düşük ücretli işçiler olarak çalıştı. Durumlarının karmaşıklığını anlamak isteyenin onu iki katmanda ya da safhada görmesi gerekir. Birinci safhada sömürge imparatorluğunun sona erdiği  sırada oluştu. Bu safha Fransızların “muhteşem otuz” diye isimlendirdiği, çok övünülen “ekonomik mucize”nin ya da oldukça gösterişçi bir biçimde “İkinci Avrupa Rönesansı” olarak isimlendiren şeyin vuku bulduğu İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki otuz yıllık süreyi kapsar. Bu büyük mekanizmanın bu nihai safhasında (işçilik yoğun sanayileşmenin olduğu Wolksvagen’in Ford Motor Company’nin Model-T’lerinden daha fazla Beetles model araba ürettiği zamanlar; Fransız Caravelle Jet Uçaklarının ABD’nin orta kısımlarındaki şehirlere  uçuş hizmeti sunduğu zamanlar; şehirlerdeki yeniden yapılanmanın, devlet destekli konut yapımının arttığı zamanlar) ucuz işçilik esastı. Avrupalılardan boşaltılmış olan alt düzey servis hizmet işi pozisyonları kısa süre sömürge ülkelerinden buralara gelmiş olan göçmenler tarafından doldurulur. Bunların çoğu büyük sayılar teşkil eden gruplar olarak ve ailelerini arkalarında bırakmış erkekler olarak tek başlarına gelmiştir ve, Avrupalı tanımıyla aradıkları kişisel konfor, ikamet edebilecek  köhne evlerde bir yatak ve azıcık fazlasıydı.

Modern Batı Avrupa’da daha önce var olan sosyal düzenlemelerden oldukça farklı, etnik olarak ayrı ve kendine özgü bölgeler şimdi Lyon ve Liverpool gibi başlıca büyük şehirlerde olduğu gibi  Paris ve Londra’da da ortaya çıkmıştı ve bu tür kültürel bölünme özelliği de taşıyordu. Tüm mücavir çevre, göçmenlerin ve ailelerinin gelmiş olduğu Jamaica ve Cezayir atmosfer ve kültüründen görüntüler kazanmıştı. Ailelerin gelip yerleşmesi göçmen nüfusların düzen ve doğasını değiştirmiş ve Avrupalı göçmen algısını derin bir şekilde etkilemişti.

Bu daimi ikamet ve onunla birlikte misafir olunan ülke sakinlerinin aşina olmadığı kültürel davranışların getirilmiş olması kuşku ve  pişmanlık  doğurmuştur. Korkutan, daha da kötüsü , öfkeli genç beyazlar tarafından  başlatılmış olabileceği gibi , pişmanlık içindeki farklı renkteki göçmenler tarafından da başlatılmış olabilecek olan ırkçı ayaklanmalara yol açan şey, eski sömürge ülke insanlarının o dönemin sömürgecisi ülkelerde koloniler oluşturarak planlanmamış ve şaşkınlık yaratıcı bir biçimde yerleşmiş olmasıydı. İngiltere’de 1981’de, ve 1985’te yeniden meydana gelen ayaklanmalar, ülkenin katlanmak zorunda kaldığı en kötü türünden şehirlerarası (her iki olayda da başlıca sahneler olarak Londra’da Brixton, Lliverpool’da Toxteth idi) çatışmalardı.

Sosyal hoşnutsuzluğun bu şiddet içeren biçimde ifadesine şimdi yeni ve yaygın anti-sosyal tutumlar eklenmiştir. Muhafazakarlardan ve liberallerin ırkçı önyargılarından beslenen polis şiddeti suçlamalarından kaynaklanan  ve çok yaygın  bir ırkçı genellemeye yol açan bir durum olarak işsiz gençler arasında suç işlemenin artışı çoklukla Afrika kökenli Karayip nüfusu arasında göze çarpıyordu. Bu tür konular beyaz gençler arasındaki bazı işsiz ve umutsuzluk içindeki kesimlerin (özellikle, göçmenlere karşı kişisel saldırgan eylemler gerçekleştiren ve saçlarını kazıtmaları nedeniyle ‘dazlaklar’ olarak anılan grubun) tutumlarıyla çözülmesi daha da zor hale getirildi. Londra’da bu tür eylemler için sokakta kullanılan terim ‘Paki bashing’(Paki Dayağı: Pakistanlı göçmenleri hedef alan fiziki saldırılar) idi.

İki dünya savaşı arası dönemde sömürge ülkelerde var olan “yerli problemi” tümüyle tersine dönerek şimdi sömürgeci ülkelerde metropollerde göçmen problemi tartışması haline dönüşmüştü. Sıkıntı veren bir tarih ve istenmeyen bir mirasla boğuşan İngiliz ve Fransızlar  sömürgelerin bağımsızlaşmasına mahalli olduğu kadar bir denizaşırı konu olarak da önlerinde buldular. 1948 İngiliz Millet Yasaı’na karşı tartışma, çok-milliyetli, çoklu-etnik yapıya sahip bir kurum olarak Commonwealth (Milletler Topluluğu) üzerinde  yoğunlaştı. Bu çerçevede bazılarının görüşü, uygulamanın tantanalı bir biçimdeduyurulduğu şekliyle, ev sahibi ülkenin bu tür göçlere izin vermesi şeklinde olmasıydı. Buna karşı çıkanların talebi ise, Commonwealth üyesi ülkelerin bazılarında uygulanan sınırlayıcı politikaların İngiltere’de uygulanmaasına izin verilmesi; ya da, daha da fazlası olarak, az sayıda Commonwealth üyesi ülke vatandaşının göç talebinin çok azının kabulüne izin veren uluslararası hukukun uygulanması şeklindeydi.

Olayların muhteşem seyri içerisinde ortaya çıkmış olduğu gibi sömürge durumu çemberi tamamlandı. 17. Ve 18. Yüzyıllarda nüfus nakli yoluyla eski kurumlarla boş (yerleşim gerçekleşmemiş) olduğu açıklanan yerlerde –New York,  New Jersey, New France ve New Zealand gibi- yeni topluluklar oluşturma tarzı 20.yüzyılda yeni bir biçim kazandı. Ataları sömürge yönetimleri altında bulunmuş olan insanlar, şimdi, başlıca büyük Avrupa şehirlerinde yer alan, belli etnik nüfusla özdeşleşmiş alanlar olan, şehir çürümesini, ekonomik belirsizliği ve toplumsal huzursuzluğu yansıtan post-modern bir çevre içinde hayatlarını sürdürmek durumundaydılar. Avrupa metropollerinde dekolonizasyon (bağımsızlaşma) henüz vuku bulmadı, çünkü, denizaşırı sömürge ülkelerindeki politik dekolonizasyon sömürgedeki durumun en kötü yanlarını Londra’ya, Paris’e (ve bir o kadar da Los Angeles’e) taşıdı.

 

Kitabın en sevdiğim paragrafı ise şudur ;

 

Bununla birlikte, kültürel önyargıların en görünür olanlarından, eğlence alanlarında ortaya çıkan bazılarının (futboldan film stüdyolarına kadar) dekolonizasyonu gerçekleştirmiştir. Bir zamanlar en geniş seyirci faaliyetlerine katılması reddedilen ya da etnik kökenleri yüzünden ikincil pozisyona atılan kişiler şimdi sevinç içinde alkışlanmaktadırlar. 1998 Dünya Kupası Şampiyonasında (final maçında) Brezilyayı 3-0 yenerek Fransa’ya zaferi sağlayan üç golün ikisini Marsilya’da yaşayan Cezayirli bir anne-babanın oğlu olan Zinedine Zidane atmıştı. Zidane ulusal bir kahraman olarak kabul edildi ve Dünya Kupası zaferi, 2. Dünya savaşı sırasında Paris’in kurtuluşu vesilesiyle yapılandan sonra yapılan en büyük halk kutlaması vesilesi oldu. Manş Denizi ötesinde, Manchester United futbol yıldızı David Beckham’ın şöhreti, Kenya’da doğan ancak Londra’da büyüyen  bir kadın olan ve daha önce BBC’de görev yapmış olan Gurinder Chandra’nın yazıp yönettiği Bending With Beckham (Hayatımın Çalımı Beckham) (2002) isimli çok rağbet görmüş  olan filmin hikayesine (ve ismine) ilham vermiştir. Film,  kızları bir futbol oyuncusu olma isteğini gerçekleştirdiğinde İngiltere’de yaşayan Hindistan’lı bir ailede ortaya çıkan kültürel farklılıklar konusunu ele alıyor.

 

Bölüm 8: Ülke ve Dil

 

Birçok eleştirmenin nazarında resmi imparatorluğunu gözden kayboluşu sömürgeci deneyimin sonu anlamına gelmedi. Onlar için dekolonizasyon daha fazlasını gerektiriyordu: dış görünüşte ve tavırlarda, kalpte ve zihinde temel bir değişiklik. Yerinde seçilmiş bir deyimle ‘çalı temizliği’ gerekliliği ifade edildi.

Bu görev, sömürge sonrası durumu tanımlayıp analiz ederken ve çoklukla, yazdıkları aracılığıyla, o zamanlar yaygın kullanılan bir deyimle bir “milli bilinç” duygusu oluşturulmasına yardım etmek için, sömürge sonrası dönemin ilk nesil yazarlarınca ele alınan bir konuydu. Milli bir bilincin kendisine karşı yönlendirdiği durum “hegomonik” sıfatıyla tanımlanır ve kültürel emperyalizmin tüm eleştirmenlerince nefret edilen durumu, dışarıdan içeriye, yukarıdan aşağıya yaygın bir hakimiyet ve kontrolü çağrıştırır.

Bir kültürün diğerlerinden ayrı ve onlardan uzak olduğunu işaret eden ve tersine kollektif kimlik anlamında onu garanti altına alan fikirlere, değerlere,kurumlara ve çevreye adanış övülmüşken, bu tür ayrımları yok edip silmeyi amaçlayan evrenselci (Avrupa Merkezli olarak da mütaala edilmiştir) tutum reddedilmiştir.

Bir milli bilinç duygusu meydana getirme görevi yeni düşünme ve algılama kalıpları oluşturmanın bir yolu olduğundan ilk sömürge- sonrası yazar ve film yapımcısı nesil yaklaşım ve muhtevada sosyal gerçekçi olan bir eserler ortaya koydu; bu eserler hala Avrupalı bir kültürel bağlam içinde olan ve Avrupalılığın türevi olan sosyal ve kültürel davranışlar içeren görünüşün incelenip gözden geçirilmemesiydi.

Sömürge sonrası yazarların ilk kuşağının romanları, bu tür fiziksel ve toplumsal yerinden edilmişliklerin ve parçalanmanın etkileri konusuyla ilgilenmeyi üstlenmişlerdir. Bununla birlikte , sömürge geçmişinden çıkıp, emperyalizmi uygulanabilir hale getiren “böl ve fethet” politikasını aşan ulusal bir bilinçle topluma katılmak isteyen yeninin beklentisi hızla kesildi. Yeni bir şeyler düzeni yerine, iç çekişmeler ve kişisel yükselmenin yeni gerçeklikleri, çatışma ve yolsuzluk, bu sosyal-gerçekçi romanların birçoğunu kötümserlik ve alaycılık ruhuyla doldurdu. Romancıların birçoğunun, hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığının alameti farikası olduğu bir dünyaları vardı.

Sömürge sonrası entelektüel tartışmaların en canlısı, egemenlik ve kontrol silahı olarak İngilizce dilinin tarihi üzerinedir. Tartışmanın kaynağı postmodernizm’de bulunur. “Söylem” ile ilgili olanı edebi teori, değerler, kültür ve sosyal koşullarla ve onların da üstünde ideolojinin dışa yansıtılmasının ifadesiyle ilgilidir. İngilizce, dille ilgili bir bütünlüğün ötesinde bir şeydir: o basit bir iletişim aracı değildir, ağır ideolojik bir yükle yüklenmiştir. Çağdaş dünya, öngörülmüş olduğu gibi bu dille şekillenip tanımlandıkça, bu dil teorisinin politik önemi yoğunluk kazanmıştır.

İngilizce, ticaret ve bilimin, uluslararası havayolu pilot görüşmelerinin, kütüphaneler ve internet gibi referans sistemlerinin ifade aracıdır; ister Beatles ve Elvis Presley’in kayıtları isterse de Dallas gibi televizyon şovları ya da CNN yayını şeklinde olsun, elektronik eğlenmenin ve elektronik diplomasinin de ifade aracıdır. İngilizce o kadar yaygındır ki, bazı analistler baş harfi küçük yazılmış “ingilizce”ye uluslararası ortak dil statüsü verilmesini ve onun coğrafyadan bağımsızlaştırılmasını , böylece onun yanlış bir şekilde eski Mutlu İngiltere’yle aynılaşmış bir zihniyetle özdeşleştirilmesinin de önüne geçilmesinin sağlanmasını önermişlerdir. Bazı görüşlere göre, İngilizlerin bilinçli olarak bu dili politik kontrol sağlamanın bir aracı olarak yaygınlaştırma çabası içinde olduğunu düşünürken, diğerleri bu yaygınlaşmanın planlanmış ya da bütüncül bir çaba olmadığınıı, gelişigüzel olduğunu ve ortaya çıkmış yerel ihtiyaçlara cevap mahiyetinde olduğunu düşünüyor.

Daha da önemli olan şey İngilizcenin “dolaylı hükmedişi”ydi ; kapitalizm ve bölgesel pazarların gelişimiyle ilgili rolü itibariyle İngilizcenin dünya çapındaki nüfuzu sömürge yönetim politikasından farklıydı. Swahili dili , 18 ve 19. yüzyılda Doğu Afrika sahilinde ticaret dili haline gelirken İngilizce, önce İngiliz ve sonra Amerikan ekonomik  üstünlüğünün sonucu olarak uluslararası ticaretin dili haline geldi.

Sömürge sonrası çağda mekan ve dil üzerindeki endişeleri ayırt eden şey, iki düzlemlidir: ölçek ve yoğunluk. Herhangi bir büyük şehre bir diğerinden gidişin  bir günlük hava yolculuğundan daha fazlasını gerektirmediği ve tüm uçaklarında ve havaalanlarında ayırt edici bir farklılık gözlenmeyen bu küresel çağ, insanlık tarihinde ilk kez olarak  “yabancı” sözcüğünün anlamını kaybettiği (aslında CNN’de kullanımı yasaklanmıştır) hissini veriyor. İnternet ve Dünya Çapındaki Ağ’ın gösterdiği gibi, iletişim yoğunluğu, İngilizceye başka şeylerin başka zamanlarda verdikleriyle karşılaştırılmayacak ölçüde bir öncelik ve üstünlük vermiştir. Dünyayı şekillendiren bir güç olan komünizm zayıfladı ve ortalıktan çekildi. Her yerde kapitalizm benimsenmiş gibi görünmekte ve Pazar odaklı ekonomi tercih edilmektedir.

Dar Es Salaam Üniversitesi’nde bir profesör olarak Nyerere, üniversitenin, tutumunu akademik endişelerden ujamaa (sosyal adalet) yönünde farklılaştırıldığından bahsetmiştir; Nyerere’in yeni bir toplumsal bütünlüğü ifade eden açıklaması bir piyasa ekonomisi ile ilgili; “Günümüzde insanlar ideolojiden çok kendi refahıyla ilgililer”.

 

Bölüm 9: Geçmişin Ardından

İmparatorluğun sona eriş anında, Prens Charles 1997’de teslim törenleri sırasında  Britanya kraliyet yatında Hong Kong Limanı’nı terkeder. Yolculuğun geri kalan kısmı için İngiltere’ye hava yoluyla Manile’da gemiden ayrılması mesele değildi. Mesele şuydu: İngilizler deniz yoluyla gelmişlerdi, deniz yoluyla ayrıldılar.  Sömürge imparatorluğu deniz temelli bir girişimdir. Aynı zamanda, demiryollarıyla karadan bağlanmış ve telgraf telleri ile bir ağın parçası haline getirilmişlerdi. Bu, limandan (port)  limana ve sonra da iç bölgelere uzanan, dünyanın daha öncesinde bilinmeyen bir büyüklük ve hıza sahip iletişim sistemiydi. Titanic ve Lusitania gibi gemilerin isimlerinden önce gelen RMS harfleri, küresel bir iletişim ve ulaşma sağlayan araç (carrier) olarak kraliyet posta gemilerini simgeliyordu. Günümüzde port(liman) ve carrier (taşıyıcı araç), elektronik  iletişimin görünmez alanı olan internet ve siber alana ilişkin terimler haline gelmiş durumdalar; üzerinde imparatorluk gemilerinin dolaştığı okyanusların derinlikleriyle ilişkili değiller. Basitçe söylemek gerekirse, deniz aşırı imparatorluklar için uygun düşmüş olsa bile söz konusu ekonomi ve iletişim sistemi bugün için eskimiş ve demode olmuş durumdadır. Kraliçe Viktorya ilk Atlantik ötesi telgraf mesajını 1858’de gönderdi; Mesajın muhataba ulaşması onaltı saat sürdü. 1997’ de Prenses Diana’nın ölüm haberi saniyeler içerisinde televizyon ekranlarında dünyayı dolaşmıştı. Benzer çarpıcı değişiklikler (farklılaşmalar) yük taşımacılığınıın okyanus ötesi seyehat eden gemi ya da buharlı trenlerle yapılması ile jet uçaklarıyla yapılması arasında da var.

Yeni devletlerin birçoğunun küçük ölçekli oluşu sömürgelikten bağımsız olmaya geçişte bir dezavantaj olarak görülüyordu. Daha sonraları, siyasi nüfuzun güçlenmesini, ekonomik kalkınmayı ve altyapı maliyetlerinin paylaşılmasını temin için federasyonlar oluşturma çabaları sergilendi. Böyle olmakla birlikte, bu çabalar sonuçsuz kaldı. 1958’de kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır ve Suriye’den oluşan)  1961’de dağılır. Malezya Federasyonu 1963’te kurulur; 1965’te Singapur ayrı devlet olarak ayrılır; dolayısıyla federasyon dağılır. 1958’de Karayip adalarında kontrolleri altındaki yerlerde İngilizler’in kurduğu Batı Hint Federasyonu 1962’de çöker. Bu girişimlerin her biri birleşmeler yoluyla siyasi avantaj sağlamaya çalışıyordu (örneğin; Birleşik Arap Cumhuriyeti girişimi bir Arap Birliği hareketini canlandırmak istiyordu). Modern federe devletlerin en yaşlısı olan ve etki itibari ile bir kıta imparatorluğu  olan Sovyetler Birliği 1991’de oniki devlete ayrılır.

Genel olarak sömürgelerin bağımsızlılmasının parçası olarak tanınan durumların (siyasi bağımsızlık, ekonomik serbestlik ve kültürel yenilenme) herhangi birisinin bugün yaygın bir şekilde gerçekleştirilmiş olduğu görülmüyor.

Sömürgelerin bağımsızlaşmasının tanımlanması çok kişi tarafından çok çabuk yapılma durumundaydı ve bu devam etmeliydi. Ekonomik modernleşme hakim kaygı haline gelemeyince siyasi değişim eğilimi üstün geldi. Bu sömürge döneminin sona eriş yıllarında hem gelişme planları yapılmıştı, hem de olay yerinde geliştirme görevlileri vardı. Örneğin, Fransızlar, değer katan bir kısaltma ile büyük ölçekli bir plana sahipti: FIDES (Fund Of Investment and Economic and Social Development- Yatırım ve Ekonomik ve Sosyal Gelişme  Fonu); bu fon 1946’da kurulmuş ve Fransız Afrikası sömürge topraklarına yönlendirilmiştir. Esas itibarı ile altyapının iyileştirilmesine önem verilmiş, ama eğitim için de para tahsis edilmiştir. Etki ölçülebilirdi, ama bu yetersizdi. Fransız bankalarına, nakliye firmalarına ve ekipman ve  hizmetleri tedarik eden üreticilere avantaj sağlandı. Sömürgenin kendi kendine yeterli olma durumu eğer aöık değilse, İngilizlerin söylediği gibi “ucuza imparatorluk” mümkün değildi; bu kanıtlanmıştı.

Sömürgelerin bağımsızlaşması, eski sömürge dünyasının büyük bölümünü birçok biçimde ve birçok vesileyle görülür duruma gelen ağır ve rahatsız edici bir mirasla başbaşa bırakmıştır. Dahası, yeniden düzenlenmesi veya silinmesi söz konusu olan sömürgeciliğin etkileri şimdi artık kaçınılmaz olan geçmişin parçalarıdır. Pretoria’da düzenlenen tören, daha önce boer liderlerinin şanına dikilen birkaç heykelin görülebileceği yerde gerçekleşti.  Bu heykellerin üstü tören sırasında örtülecekti. Güney Afrikalı bir siyasetçi  “Kimse geçmişi ortadan kaldıramaz” dedi. “Bu heykeller geçmişin jestleri ve bunların örtülü olması üzücü”. Heykellerle ilgili olarak bir diğer yorumcu ise “onlar tarihimizin bir parçası ve gelecek nesillere böyle bir tarihin tekrarlanmaması gerektiğine dair bir uyarıdır” der.

Bu tarih geçmişini tasnif edip bugüne nasıl sirayet ettiğini belirlemeye çalışmak,  eski sömürge topraklarının insanlarının karşı karşıya olduğu bir görevdir.

 

Bölüm 10: İmparatorluğun Ötesi

 

  1. yüzyılın son on yılı ikibin yıllık geçmiş içerisinde önemli bir imparatorluğun bulunmayışı açısından ilkti. Büyük devletler arasında yalnızca Japonya bu ünvanı taşır o da yalnızca ünvanda. Bu muazzam siyasi kuruluşların (imparatorlukların) sonuncusu olan ve varlığı halkların rızasıyla olmaktan çok askeri güçle muhafaza edilmiş olan Sovyetler Birliği’nin 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla çarpıcı bir şekilde gerçekleşti o zamandan beri imparatorluk sadece geleneksel anlamda coğrafi olarak sabitlenmeyen telekomünikasyon endrüstri için anlamlı bir niteleyici olarak kullanılmaktadır: hava dalgaları ve siber dünyanın giriş limanı veya belirgin sınırlar yoktur.

“Evrensel imparatorluk” terimi ABD’nin dünyadaki baskın ekonomik ve askeri konumunu eleştirirken ortaya atılmışsa da; önce tedbirli bir şekilde kullanılan kavram, sonraları, herkesten önce elde etme hakkı ve rejim değişikliği niyetiyle askeri istila (toprak elde etmek değil) olan yeni bir politikayı tanımlamak için kullanılmıştır.

Sömürge imparatorluklarının yol açtığı önde gelen sorunlar (ve ilgili konular) ya çözümlenmiş, ya bir kenara itilmiş, ya da başka konular tarafından bastırılmış durumda, Paris’teki, çiçeklikler ve oturma bankları gibi törensel çevre özellikleri taşımayan bir yerde bulunan Hubert Lyautey’in (Fransa’nın en ünlü sömürge valisi) heykeline bakmak için canını kim sıkar? Rodos araştırmacıları kim onun, Capetown ile Kahire arasında demiryolu inşası düşüncesine ilişkin büyük planlarını bilir ya da önemser? Ve yine de o, bronzdan yapılma göz kırpmayan gözlerinin görmesi amaçlanan imparatorluk tassavuruna ulaşmak için  kolları uzanmış şekilde Güney Afrika’nın Capetown kentindeki bir parkta yalnız bir heykel olarak durmaktadır. Belki de sadece turisttir geriye dönüp bakan, ama tabii ki olan bitenden habersiz olarak.

Artık geride kalmış olan imparatorluk, arkasında, tarihi turizm ile ilgilenen artan sayıda insanı cezbetmek ve tatmin etmek için yeniden yapılandırılan, yeniden döşenen  ve yenilenen eserlerden oluşan yığınlar bıraktı. Turisti çelen artık yalnızca Akropolis ve Piramitler ya da Versay Sarayı ve Westminster Manastırı değildir. Şimdi bu turizm, Hindistan’daki Yeni Delhi’nin yaygın ihtişamını, Şangay’daki Bund Binalarını ve Saigon’u “Asya’nın Parisi” yapan olarak nitelendirilen, imparatorluğun görülecek şeylerin en son onarımlarını sahipleniyor. Valinin sarayı, postane, belediye binası ve belediye tiyatrosu son zamanlarda göze hitap eder tarzda görkemli Fransız tarzında restore edildi. Bu yapılar, şaşırtıcı bir kolaylıkla hareket eden küçüklü büyüklü sayısız motosikletin kükremeleri karşısında sessiz bir kayıtsızlık içinde duruyor gibi görünür.

Emperyalizm ve sömürgeciliğin küstah tutumları ihtiyaç ve eylem doktrinlerine, pazarlara ve ahlaka nüfuz ederek dünyayı değiştirmiştir. Onu eski haline getirmenin hiçbir yolu yoktur; tarih geri dönüşüne izin vermez.  Buna göre, Üçüncü Dünya’da, eskiden var olan otantik bir ses ve belirgin bir tarihi kimlik bulma çabalarının etkin olma ihtimali azdır. İster melez ya da çok etnik yapılı olarak tarif edilsin, ister Londra’da isterse de Kuala Lumpur’da bulunsun, ister İngilizce, ister Gikuyucada ifade edilsin, konu mutlaka çağdaş bir çağrışımdır. Dolayısıyla Edward Said, imparatorluğun doğasını ve etkilerini incelemek için, “çeşitli temaların birlikte çalındığı” Batı müziğine gönderme yaparak bir “kontrapuntal” yaklaşımını öngörür ve kendisi de öyle yapar. Bu nedenle farklı okumalar, farklı sesler ve diğer perspektifler kabul edilmelidir. İnsanın durumuna dair birbirini tamamlayan değilse de, yan yana olan bu söylemler, gerçekleşen ve neyin meydana gelebileceğinin zengin ve dengeli bir şekilde anlaşılmasına imkan verebilir.

“Hindistan’a Bir Geçit” adlı romanında Forster’in son satırları, halkların ve kültürlerin bir araya gelmesi yönündeki umudunu dile getirmiştir. Bu noktada romanda açıklanan koşullar anlatıcıya “Hayır, henüz değil” demiş gibi görünüyordu ve gökyüzü “Hayır, orada değil” dedi. Modern emperyalizm tarafından kurulmuş olan önceki mekânsal ve kültürel düzenlemeler seti olan “orası”, büyük oranda yok olmuştur. Dünyanın gelecekteki görüntüsü ne olursa olsun, o, belirli geçmişin herhangi bir yansımasını kesinlikle sunmayacaktır.

 

  • KİTAP DEĞERLENDİRMESİ

 

Kitap benim açımdan bir bilimsel esere göre yeterince açık bir dil ile yazılmıştır. Ancak bazı yerlerde okuyucuyu fazla akademik terime boğup anlamdan uzaklaştırdığı da oldu. Ama buna sebep olan şeyin kitabın bir çeviri olduğu da düşünülebilir zira bu da yanlış bir düşünce değil.

Yazarın eserinde en önemli vurgusu bence şu oldu; Teknolojik gelişmeler neticesinde dünya küreselleşti ve dengeler değiştir. Global bir dünyada ise imparatorlukların yeri yoktur. Yazar bence dekolonizasyonu bu prensip ile temellendirmiştir.

Kitabın bir önermesi yoktu zira bu çok normal karşılanacak bir husustur kitap bir tarihsel ve sosyolojik bir araştırmanın ürünü ve bireysel öğütlere yer vermesi mantıklı olmayacaktır. Çıkaracağımız dersler daha çok ülkeler boyutundadır. Kitap bize şunu öğretmiştir hiçbir devletin gücü sınırsız değildir zira önümüzde “Üzerinde Güneş Batmayan” imparatorlukların zayıflaması ve sömürgelerinin bağımsızlaşması bize bunu gösteriyor. Kitapta özellikle tersine göçün anlatıldığı bölüm beni çok etkiledi ve etkilenmemin nedenine gelecek olursak;

Ülkelerin adımlarını uzun vadeli düşünerek atması gerekliliğidir çünkü sömürdükleri halkların torunları sömürgecilerin ülkelerine göç etti ve onların kaynaklarına, ekonomilerine ve hayatlarına ortak oldu. Yeri geldi beyaz adam işsiz kaldı siyah adam patron oldu dekolonizasyon sonrası sömürgeci ülkelerde. Avrupalılar  ne kadar da bundan hoşnut olmayıp ırkçılık yapsalar da bu tarihin bir intikamıdır. Tabi kitapta hoşuma gitmeyen şeyler de vardı “islami terörizm” lafının kullanılması Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.Dünya Savaşında yenilmiş sayılması hoşuma gitmedi. Çünkü terörizmin dini yoktur ve Osmanlı’nın Almanya yenildiği için bizim yenik sayılmamız  doğru bir yorum değil bence.

 

 

  • SONUÇ

Kitap hakkında genel değerlendirmem;

Kesinlikle güzel bir dille yazılmış o dönem için Avrupa zihniyeti hakkında politik olarak  kral çıplak diyebilmiş ve bütün çıplaklığı ile dekolonizasyon sürecini anlatmıştır. Ancak sömürge döneminde Afrika ve Asya halkına yapılan zulüm  tam olarak anlatılmamıştır. Örneğin Leo Pold hakkında yazılanlara ek olarak kolunu bacağını kestiği Kongolulardan bahsedebilirdi. Amerika’yı Avrupa’ya göre daha masum göstermiştir burada biraz taraflı bir yaklaşım sezdim. Emperyalizmden bahsedilirken Irak zulmünden de bahsedilebilirdi zira yazar 2007 yılında vefat etti ancak bu Amerikan zulmü 2003 yılında oldu.

Ancak yine de bu kitabı herkese tavsiye edebilirim zira bu kitap tarihi, siyasi ve hukuki anlamda bir değerdir. Şüphesiz okuyucuya çok şey katacaktır.

Av. Fatih Karabulut

Bültenimize Abone Olun

Karabulut Hukuk Bürosu

2018 yılında Avukatlık Ruhsatını Alan Av. Fatih Karabulut tarafından kurulan Karabulut
Hukuk Bürosu hukuk camiasında her alandaki uzman hukuk büroları ile çözüm ortaklığı ağını
kullanarak müvekkillerine kaliteli hizmet vermeye çalışmaktadır. Karabulut Hukuk genel
itibariyle şirket danışmanlığı alanında faaliyet gösteren bir yapıya sahiptir.